Bu Blogda Ara

26 Şubat 2014 Çarşamba

AIR ON THE G STRING


Notalara yolculuğumuzda barok döneme uzanıyor, klasik müziğin dehalarından Johann Sebastian Bach’ı ziyaret ediyoruz. Son derece bereketli bir sülaleye sahip Bach, ailesinin köklerine merak sararak, bir soy ağacı oluşturmuş. 200 yıl geriye uzandığı araştırmasında, fırıncılık yapan, boş zamanlarında gitara benzeyen bir müzik aleti çalan büyük büyük dedesi Veit Bach’a kadar ulaşmış. ‘Bach’larınki, notalarla yazılmış bir aile tarihi...

Tipik bir Bach ailesinde, çok sayıda çocuk var, hayatlarının merkezinde ise müzik. Ailedeki erkek çocuklarına, meslek olarak seçmeleri için müzik eğitimi aldırıldığı, kız çocukların müzisyenlerle evlenmesinin teşvik edildiği anlaşılıyor. İstisnalar var elbet ancak aile, Almanya’nın neredeyse tüm kentlerine yayılmış ve beraberinde müziği götürmüş. Bazılarının geçimlerini sağlamak için terzi, ayakkabı tamircisi veya fırıncı olarak çalışmaları, müziği ihmal etmelerine sebep olmamış. Her yıl bir araya gelerek müzik yapmaktan vazgeçmemişler.

20 Şubat 2014 Perşembe

BÜYÜCÜNÜN AŞKI


Roman kızı Candela’nın, eski sevgilisinin kıskanç hayaletinden kurtulmasını hikaye eder ‘El Amor Brujo’. Manuel de Falla, 'büyülenen aşk' anlamını taşıyan eserine, ülkesinin motiflerini işlemiştir, öyle ki Güney İspanya'da son şeklini almış olan flamenkonun izleri eser boyunca takip edilebilir. Flamenko, gitar, acıklı ve tutkulu şarkılar, el vuruşları ve topukların yerde çıkardığı kışkırtıcı seslerle gerçekleşen dans ve bunların hepsi birdendir. Öğrenmek üzere çaba gösterdiğim bir dans olması itibariyle bende özel bir yeri vardır. Bana göre, bale ve orkestra süiti* olarak bestelenen eserin en çarpıcı parçası, ‘Ateş Dansı Ritüeli’ dir.

Manuel de Falla, duygu patlaması yaratan eserlerine tezat, suskun bir adamdır. Hiç evlenmemiş ve yaşantısını kızkardeşi Maria del Carmen ile sürdürmüştür. Anne ve babasının ölümünden sonra, 20 yıl boyunca yaşayacağı Granada’ya taşınır. Burada, aralarında İspanyol şair ve oyun yazarı Federico Garcia Lorca’nın da bulunduğu entellektüel bir arkadaş grubu edinir, özellikle Lorca ile yakın bir dostluk kurar. İkilinin birbirleriyle etkileşim içinde olduğu bir dönem, İspanya iç savaşının başlamasıyla kapanacaktır. 

12 Şubat 2014 Çarşamba

WALTZ


'Yaşamımda özellikle mutlu anlar, büyük sevinçler olmadı. Gri ve donuktu. Bunu düşünmek beni hüzünlendiriyor.’

Rus Besteci Dmitri Shostakovich’in bu ifadesi hüzün vericidir. Kimse, yaşamın sonuna daha yakın durduğu bir yaştayken, hayat rengini ‘gri’ olarak tanımlamak istemez kuşkusuz. Kendi adıma, ‘ne turuncu, kırmızı ve hatta morlar yaşadım’ veya ‘gök mavisi, zümrüt yeşili, denizin turkuaz rengiydi benim yaşamım’ diyebilmeyi isterim. Bugün baktığım yerden, derim de. Ancak anlıyorum ki, bazen, kişinin yaşadığı coğrafya buna izin vermiyor. Fonda koyu bir siyah varsa eğer, hayatı, kasvetten arınmış, canlı bir renge dönüştürmek çok zor oluyor...

Bana bunları düşündürten, Shostakovich’in hayat hikayesi oldu. O, Bolşevikler iktidarı ele geçirinceye kadar, yani ömrünün ilk 11 yılında rahat bir hayat sürmüş, henüz 19 yaşındayken bestelediği senfoni ile büyük başarı yakalamış, devrimin altın çocuğu ilan edilmiştir. Bu konumunu, 30 yaşındayken yazdığı ve en çarpıcı eserlerinden biri olarak kabul edilen operasıyla (Mtsensk’li Lady Macbeth), Stalin rejiminin sert tepkisini üzerine çekinceye kadar korumuştur. Bir sonraki yıl bestelediği 5. Senfoni ile kendini aklamayı başarmış ancak bu süreçten hırpalanmış bir besteci olarak çıkmıştır.

6 Şubat 2014 Perşembe

5. SENFONİ


Bazı eserleri, ilk dinlemelerimizde değil, çok sonraları severiz. Avusturyalı orkestra şefi ve besteci Gustav Mahler’in 5. senfonisibenim için böyle bir eserdir. En sevdiğim bölümü, ‘Venedik’de Ölüm’ filminin tema müziği de olan, böylelikle 5. Senfoni’den çok daha önce kitlelere ulaşan 4. Bölüm yani ‘adagietto’dur.* Alman yazar Thomas Mann’ın romanından uyarlanmış olan 1971 yapımı film, Cannes Film Festivali Özel Ödülü’nü, film müziğiyse Bafta Ödülü’nü almıştır.

Film, sağlık problemleri yaşayan besteci Gustav von Aschenbach’ın (Dirk Bogarde), Venedik’deki bir otelde, oraya ailesiyle birlikte gelmiş olan genç Tadzio (Björn Andresen) ile karşılaşmasıyla başlar. Saygın ve içe kapanık bir kişi olan Aschenbach, delikanlının güzelliği karşısında saplantılı ancak gizli bir tutkuya kendini bırakır. Aschenbach ve Tadzio arasındaki ilişki, bakışmalar üzerinden yürür ve ne resmi bir tanışma ne de karşılıklı konuşmaya evrilir. Bu sırada şehirde kolera salgını baş göstermiştir.

Final sahnesi kadar, Aschenbach’ın kendisini Venedik’den ayrılmaya zorladığı ancak istasyona vardığında, valizlerinin başka bir güzergaha yüklenmiş ve ondan önce hareket etmiş olmasını bahane ederek Venedik’te kalmaya karar verdiği sahne, çarpıcıdır. Aschenbach, dikkatsizlikleri nedeniyle yetkililerle tartışmayı sürdürürken, bunun yeniden otele dönmek ve Tadzio’yu görmeye devam etmek şansını kendine veren, kaderin hoş bir cilvesi olduğunu düşünmektedir. Tam bu sırada istasyonda yere yığılıp ölen birini görür. Bu görüntü üzerinden seyirci, kaderin sessizce yerine geldiğini, bu kararın, ölüme kalış olduğunu anlar. Aschenbach, bunun adını o an koyamasa da, ürperir...