Bu Blogda Ara

30 Ekim 2014 Perşembe

SPARTAKÜS ve FRİGYA'nın ADAGİO'su


Bugün, uluslararası üne sahip ilk ve tek Ermeni asıllı besteci, Aram Ilyich Khachaturian'ı (Haçaturyan) ziyaret edeceğiz. Tiflis’de doğan ve henüz on sekiz yaşındayken Moskova’ya yerleşen Khachaturian, sanatını Stalin’in dikkatli gözlerinin hapsinde icra etmek zorunda kalmış bir besteci. Tıpkı Rus çağdaşları gibi... Onu dünyaya tanıtan, Spartaküs ve Gayane balelerinin müzikleri içerisinden sıyrılan iki eseri olmuş. Bugün ‘Spartaküs ve Frigya’nın Adagio’su*’ ve Gayane Balesi’nden ‘Kılıç Dansı’ (Sabre Dance) ile anılıyor olsa da, Khachaturian'ın bıraktığı müzikal miras bunlardan çok daha fazlası.

‘Ailemde söz dinlemez ve gürültücü bir bebeğim var; Gayane Balesi’nden ‘Kılıç Dansı’... Samimi olarak söylüyorum, bu kadar popüler olacağını ve diğer çalışmalarımı kenara iteceğini bilseydim, onu hiç bestelememiş olmayı tercih ederdim. Yurt dışında bir yerlerde, ‘Bay Kılıç Dansı’ olarak lanse ediliyor olmak beni bazen kızdırıyor.’   

Notalara yolculuğumuzda ‘Kılıç Dansı’nı dinlemeyeceğiz ancak ona kulak verirseniz eğer, tanıdık bulacağınıza eminim. Yeğenime dinlettiğimde, ‘bu Tom ve Jerry’nin müziği değil mi’ diye sordu bana. Şaşırarak öğrendim ki, sayısız kullanımından biri de bahsi geçen meşhur çizgi film serisiymiş meğer. ‘Gayane Balesi’nden devam etmek isterseniz, buradaki ‘Adagio’yu es geçmemenizi öneririm. Bugünün konusu olan adagio ise ‘Spartaküs Balesi’nden geliyor ve bizleri milattan önce 1. Yüzyıl Roma’sında geçen bir hikayenin içine çekiyor... 

‘Romalı konsüllerden Crassus, Trakya Kralı Spartaküs ve karısı Frigya'yı esir aldığı fetih seferinden dönmüştür. Frigya'yı haremine katan Crassus, Spartaküs'ü gözleri kapalı olarak gladyatörler arenasında bir dövüşe çıkarır. Karşısına koyduğu rakip Spartaküs’ün arkadaşıdır. Bilmeden arkadaşını öldüren Spartaküs bu duruma çok öfkelenir. Crassus'tan kaçmayı başardığı gibi, diğer köleleri de özgürlüklerine kavuşturur. Spartaküs ve Frigya’nın saklandıkları yeri öğrenen Crassus, birliklerini oraya göndermekte gecikmez. Son nefesine kadar mertçe savaşan Spartaküs ölür. Ve Frigya’nın sarsıcı ağıtı duyulur...’

Balenin 1930’lu yıllarda yazılmış olan senaryosu, dönemin bestecilerine ilginç gelmemiş olmalı ki, yirmi yıl boyunca beklemiştir, ta ki Khachaturian'ın dikkatine getirilinceye kadar. İtalya'ya giden ve hikayenin geçtiği tarihi yerlerde zaman geçiren bestecinin yarattığı müziklere rağmen, zayıf senaryo ve koreografiye sahip bale seyirciyi etkilememiştir. Başarılı bulunması için uzun yıllar geçmesi gerekecek, bu sırada senaryo revize edilecek ve yepyeni bir koreografi seçilecektir.

Bir aşk düeti olan 'Adagio' kadar olmasa da, ‘Spartaküs’ün Zaferi’ olarak bilinen ‘Dance of the Gaditanae’ de, bale süitinin* çarpıcı bölümlerinden biridir. Şimdi 'Adagio'yu dinleyecek ve karı kocanın esaretten kurtulup kavuştukları ana tanıklık edeceğiz. Sonrasında Eski Roma'yı terk edecek ve besteciyle ikinci kez, bu sefer bir maskeli baloda görüşeceğiz...


Anlamlarına, Klasik Müzik Terimleri sayfasında yer verilmiştir. (Arşiv: Ekim 2013)

14 Ekim 2014 Salı

PEER GYNT SÜİTİ - 1


'O, karla kaplı bir bonbon şekeridir...’

Fransız besteci Claude Debussy'nin Edvard Grieg hakkındaki yorumu...

'Notalar ve Notlar'ın birinci yılını doldurduğu bugün, klasik müzik konserlerinin repertuarında sıkça yer alan ‘Peer Gynt Süiti’nin* doğduğu yere, yani Norveç’e yol alıyoruz. Seyahatimize, popüler kültürdeki kullanımı nedeniyle de tanışık olduğumuz, ‘Sabahki Ruh Hali’ ve en az onun kadar çarpıcı olan ‘Ase’nin Ölümü’, ‘Anitra’nın Dansı’ ve ‘Dağ Kralının Huzurunda’ parçaları eşlik edecek.

Süitin hikayesi şöyle... Norveçli yazar Henrik Ibsen, ‘Peer Gynt’ (Per Günt olarak okunuyor), isimli oyununu müzikle desteklemeye ihtiyaç duyunca, dönemin popüler bestecisi Edvard Grieg'le iletişime geçiyor. Norveçli besteci, Ibsen’in önerisine büyük bir hevesle yanıt veriyor vermesine de, konunun müzikal olmayan doğasından kısa zamanda sıkılıyor. Sahne müziklerini isteksiz bir şekilde tamamlayan Grieg, 1876 yılındaki prömiyerine dahi katılmıyor. Oyunun izleyiciler tarafından coşkuyla karşılanması bile onu umutlandırmaya yetmemiş olmalı ki, müziğine hak ettiği şansı vermek amacıyla, bestelediği yirmi üç parçanın içinden seçtiklerini iki süit altında topluyor. Günümüzde, birincisinin gölgesinde kalan ikinci süit, daha çok ‘Solveig’in Şarkısı’yla anılıyor.

Eserlerin taşıdığı isimler, oyunun konusuna merak uyandırdıysa eğer, sorumsuz, bencil, uçarı ve palavracı Peer Gynt’le tanışmamızın sırası gelmiş demektir. Macera peşinde koşmaktan hoşlanan delikanlının, Solveig adlı güzel bir kızı kandırıp, sonra da terk etmesiyle başlayan hikayesi, dünyayı dolaşırken karşısına çıkan kadınlarla yaşadığı aşk serüvenlerinin etrafında gelişiyor ve yorgun, fakir, vaktinden önce yaşlanmış biri olarak ülkesine döndüğünde Solveig’in kollarında ölümüyle son buluyor...

25 Eylül 2014 Perşembe

PRENS KALENDER'İN ÖYKÜSÜ


Bir varmış, bir yokmuş...

‘Doğu ülkelerinden birinde yaşayan ve karısı tarafından aldatılan Sultan Şehriyar, tüm kadınların nankör ve sadakatsiz olduğunu düşünüyormuş. Her gün yeniden evlenen Sultan, eşlerini ertesi sabah öldürtüyormuş. Bu duruma engel olmak isteyen vezirin genç, güzel ve akıllı kızı Şehrazad, Sultan’ın eşi olmaya aday olmuş. Ona her gece birbirinin içine geçen masallar anlatmaya koyulmuş. Onları artan bir merak ve heyecanla dinleyen Sultan, 1001 gece boyunca devam eden masallar sona  erdiğinde, anlamsız intikamını durdurmuş...’

Sir Richard Burton’un, içindeki erotik öğeleri sansürlemeksizin Arapça’dan tercüme ettiği ‘1001 Gece Masalları’, popüleritesi hayli yüksek bir eser. Ondan ilham alan yapıtlar içerisinde en beğenileninin, bir orkestrasyon ustası olan Rus besteci Nikolai Rimsky-Korsakov’un ‘Şehrazad’ süiti* olduğu söylenebilir. Rimsky-Korsakov yabancısı olduğumuz bir isim değil zira onunla notalara yolculuğumuzun başka bir durağında karşılaşmıştık. O, Alexander Borodin’in ölümünden sonra, bestecinin 'Prens Igor Operası’nı düzenleyen ve bizlerle buluşturan kişilerden biridir. Esasen Rimsky-Korsakov’u oryantal bir eser bestelemeye teşvik eden de, Borodin'in bu eseridir. 

'Şehrazad' süitinin bölümleri bugün '1001 Gece Masalları'nın adlarıyla anılsa da, bestecisi hikayeleri portrelemeyi değil, onların ruhunu müziğine yansıtmayı istemiş aslında. Bölümler için kullandığı klasik müzik terimleri, müzikçiler tarafından fazla ciddi bulunduğundan, ‘Deniz ve Sinbad’ın Gemisi’, ‘Prens Kalender’in Öyküsü’, ‘Genç Prens ve Prenses’ ve ‘Bağdat’ta Şenlik, Deniz, Geminin Batışı ve Bitiş’ adları kullanılır olmuş. Söz denizden açılmışken, bestecinin kendisinin de bir deniz tutkunu olduğunu söylemek gerek. Rimsky-Korsakov, otuz yaşına kadar deniz subayı olarak görev yapmış ve ilk eserini, çıktığı seferlerden birinde kaleme almış. 

16 Eylül 2014 Salı

MACAR DANSLARI



‘Macar Dansları, benim gerçek çingene çocuklarımdır. Gerçi ben yaratmadım onları ancak uzun zaman besledim  ve büyüttüm...’

Johannes Brahms

Bugün, piyano için yazılmış yirmi bir parçadan oluşan 'Macar Dansları'yla başlıyorum söze. Bestecisi, genç yaşında dost olduğu çingene kemancı Eduard Remenyi sayesinde tanışmış o yörenin müziğiyle ve ilgisini yıllar içerisinde beslemiş. Kaynakları bilinmese de, dansların var olan melodilerin düzenlemesi olduğunu sanılıyor zira Brahms’ın açıklaması budur. Ancak parçaların çoğunun, düzenlemeden ziyade Brahms bestesi olduğu konuşulur...

'Macar Dansları’nın Alman bestecisini keşfeden, Robert Schumann olmuştur. Besteci ve müzik eleştirmeni olan Schumann ve dönemin ünlü piyanistlerinden olan eşi Clara, henüz yirmi yaşındaki Brahms’a yakınlık göstermiş ve gelişmesine katkıda bulunmuştur. Brahms, Schumann’ın akıl hastanesine yatmasıyla başlayıp vefatıyla sonlanan süreçte de, ailenin yanında durmasını bilmiştir. Esasen o, aralarındaki büyük yaş farkına rağmen, zarif ve yetenekli bir kadın olan Clara’ya aşıktır. Clara’nın bu duyguya nasıl karşılık verdiği tartışıladursun, ikili yakınlıklarını uzun yıllar korumuştur. Brahms en önemli bestelerini ilk Clara ile paylaşarak onun önerilerini dikkate almış, Clara, Brahms’ın eserlerini piyanosuyla yorumlamıştır.

3 Eylül 2014 Çarşamba

PRELÜD - İYİ DÜZENLENMİŞ KLAVYE


Bugün dinleyeceğimiz eserin, onun ruhunu örten teknik bir ismi var ki, biraz olsun açıklama gerektiriyor. Bestecisi Johann Sebastian Bach, farklı yıllarda yazdığı prelüd* ve fügleri* iki kitapta toplayarak bunlara 'İyi Düzenlenmiş Klavye' ismini vermiş. Çalgının türünü belirsiz bıraksa da, onları klavsen ve org gibi, dönemin klavyeli enstrümanları için bestelemiş olduğu anlaşılıyor zira o yıllarda piyano henüz icat edilmiş değil. Bu eserlerden bazıları yıllar sonra adapte edilerek piyanoyla buluşmuş ve bence daha geniş dinleyici kitlesine ulaşmalarında bunun da etkisi olmuş.

Bach, orta sınıfın kültürel anlamda yükselişe geçtiği, müziğin kilise ve saraydan kente yayılmaya başladığı bir dönemi yaşamış. Sade vatandaşın müziğe talebi, o yıllarda, kahvehaneleri bile müzik programlarına yer vermeye zorlamış. Özellikle org çalan müzisyenler, bugünün 'star'ları gibi görülüyor ve peşlerinden kalabalıkları sürüklüyorlarmış. Bir org ustası olan Bach'ın da, besteciliğinden ziyade virtüözlüğütakdir edilmiş o dönemde. Kendisi de, hayran olduğu ustaları dinlemek için bazı zorluklara katlanmış. Mesela, Hamburg'daki bir konsere gitmek için, yürüyerek 350 kilometre yol yapmış. Beğendiği sanatçılara ulaşmak adına üç-dört gün süren yürüyüşler yapmak bir Bach klasiğiymiş gibi duruyor... 

26 Ağustos 2014 Salı

DÜĞÜN MARŞI


1858 yılında İngiltere Prensesi’nin düğününde kullanıldığında, enternasyonel bir kimlik kazanıp dünyadaki pek çok gelinle damada eşlik edeceğini kim tahmin edebilirdi ki? Alman bestecisi Felix Mendelssohn Bartholdy, onun sahne dışında çalındığına hiç şahit olamadı. Henüz on yedi yaşındaki Felix ve ablası Fanny, William Shakespeare'nin 'Bir Yaz Gecesi Rüyası' oyununu okumuşlardı ve ondan öylesine etkilenmişlerdi ki, Felix oyunla aynı adı taşıyan bir uvertür* bestelemekte gecikmedi. Uvertürden on yedi yıl sonra, bu sefer Kral’ın talebiyle, sarayda sahnelenecek oyun için on iki parça daha yazdı. İşte bunlardan biri de oyunun kahramanları Oberon ve Titania'dan esinlenerek yarattığı ‘Düğün Marşı'ydı. Felix Mendelssohn’un sahne müziği olarak yazdığı bu parçalar bir süitte* toplandılar sonraları. ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası Süiti' işte böyle doğdu.

Felix Mendelssohn, çok nadir rastlanabilecek yeteneklerle dünyaya geldi. Şanslıydı, çünkü bunları geliştirebileceği bir ortamda büyüdü. Birden fazla enstrümanın virtüözü*, bugün anlaşıldığı şekilde ilk modern orkestra şefi, müzik tarihine hakim ve uluslararası üne sahip bir besteci, öğretmen ve yönetici, eş ve baba, gezgin, resim, şiir ve yabancı diller gibi ilgi duyduğu pek çok alanda başarılı biri oldu. Tüm bunları gerçekleştirmesi kolay olmadı elbet, bir noktada fiziksel olarak tükendi. Duygusal anlamda çöküşüne Fanny'nin gidişi sebep oldu... Hepsini otuz sekiz yıllık kısacık bir ömre sığdırmışlığı, bugün baktığım yerden inanılmaz gözüküyor bana. Onun yaşadığı zamanları düşünüyorum sonra...

18 Ağustos 2014 Pazartesi

UYUYAN GÜZEL BALESİ

‘Prenses Aurora’nın doğumunu kutlamak için perilerin de davetli olduğu bir tören düzenlenmiştir. Kötü kalpli Peri Carbosse, davet edilmediği bu kutlamaya gizlice gelmiştir. Periler iyi dileklerini sunmaktayken ortaya çıkan Carbosse, Prenses Aurora’nın büyüdüğünde, eline batacak bir iğneyle öleceğini söyler ve onu lanetler. İyi dilekte bulunmak için sırasını beklemekte olan son Peri Lilac, gücünü Carbosse’un lanetini olabildiğince etkisizleştirmek üzere kullanır: Prenses ölmeyecek, 100 yıllık bir uykuya dalacak ve yakışıklı bir Prens’in öpücüğüyle uyanacaktır...’

İlk olarak Fransız yazar Charles Perrault’un derlediği bu hikayeyi en az bir kere dinlemiş olmalısınız. İşte bu çocuk hikayesinden uyarlanan ve koreografisi Marius Petita’ya ait olan 'Uyuyan Güzel Balesi’nin müziklerini, Rus besteci Pyotr Ilyich Tchaikovsky bestelemiştir. Balenin ilk gösterimi 1890'da, bestecinin yaşamında oldukça önemli sayılabilecek bir kaybı yaşadığı yıl gerçekleşir. Tchaikovsky ve on dört sene boyunca yaşamında olan Nadezhda von Meck'in yolları ayrılmıştır...

Sıra dışı ilişkileri başladığında, Nadezhda von Meck 46 yaşında, on bir çocuğu olan zengin bir duldur. Tchaikovsky’nin müziğine hayran olan Nadezhda, bestecinin hamisi olmak, ona maddi destek sağlamak istemektedir ancak bir koşulu vardır. Hiç bir zaman buluşmayacaklardır. Birbirlerine yazdıkları mektuplarda, sanatla ilgili pek çok konuyla birlikte çok özel duygularını da paylaşmalarına rağmen bu söze yıllarca sadık kalırlar. Bir gün tesadüfen karşılaştıklarındaysa, ne yapacaklarını bilemez halde birbirlerinden kaçar gibi uzaklaşırlar.

12 Ağustos 2014 Salı

GYMNOPEDIES 1


O, notalara yolculuğumuzda karşımıza çıkan harika çocuklardan biri değil. Müziğe erken yaşta yetenek göstermesine rağmen, Paris Konservatuarı’ndaki öğretmenleri tarafından ‘önemsiz bir öğrenci’; geçimini sağlamak için Montmartre’deki kafelerde çalışırken, akademik çevrelerce ‘amatör bir müzisyen’ olarak görülmüş. Değeri 40’lı yaşlarındayken anlaşılmış ancak. 59 yaşında öldüğünde, ülkesi dışında fazla bilinmeyen bir isim olan Erik Satie’i dünyaya tanıtan kişi, onun müziğinden ilham alan Amerikalı besteci John Cage olmuş.

Satie, yaşamı boyunca bazı gariplikleriyle anılmış biri. Bir kilise kurmuş örneğin, tek üyesi kendisiymiş. Eserlerine gizemli ve fazlasıyla sıra dışı isimler veriyor, onları yorumlayacak müzisyenlere tuhaf talimatlar yazıyormuş. 1893 yılında bestelediği ve son derece kısa bir eser olan ‘Vexations’da olduğu gibi.

‘840 defa arka arkaya çalınacak bu eser için, yorumcunun kendisini, uzun süreli hareketsizliğe ve derin bir sessizliğe hazırlaması önerilir.’

İşte John Cage tam bu noktada devreye girmiş ve Satie'nin talimatını yorumlayarak, 'Vexations’ın 840 defa peş peşe seslendirilmesini sağlamış. On bir piyanistten her birinin yirmişer dakikadan sonra piyanoyu diğerine devrettiği dönüşümlü performans, 6 Eylül 1963 akşamı başlayıp, ertesi gün akşam saatlerinde sonlanmış. 18 saat 40 dakikalık bu iddialı projenin, onun bir parçası olan dinleyicileri üzerindeki etkisini, bunun nasıl bir tecrübe olduğunu merak etmemek elde değil. Yeri gelmişken, 'vexations'ın 'sıkıntılar' anlamına geldiğini de söyleyeyim...

4 Ağustos 2014 Pazartesi

3. ETÜT - İlk Seri


Sokaktan geçenlerin ‘bu evde harika bir çocuk var’ diye birbirlerine gösterdiği yerdeyiz bugün; Varşova’daki aile evinin önünde. O evdeki çocuğun yaşam öyküsünde beni en çok etkileyen, genç yaşındayken bile ne yapmak istediğini ve istemediğini bilmesi, zihninin bulanmasına izin vermeksizin, arzularına adım adım yürümesi oldu. O, sadece piyano için yazmayı seçmiş, piyanodan en fazlasını çıkararak, onları bizlerin anlayacağı bir dile, duygulara tercüme etmeyi başarmış bir besteci. Bunu, içinde bulunduğu çevrenin alışkın olmadığı bir şekilde, gösteriş ve abartıdan uzak kalarak yapmış üstelik. Çağdaşı olan meslektaşlarının saygı ve takdirini, salt yeteneği veya getirdiği yeniliklerle değil, bu duruşuyla da kazandığını düşünüyorum. 

‘Sadelik, bu dünyada ulaşılabilecek en zor şeydir çünkü en üst düzeyde deneyim ve dehayı gerektirir.’

George Sand
Fransız Kadın Yazar

George Sand, bunları ondan ilham alarak mı yazmış bilmiyorum ancak Sand’in sözleri, onun en saf ve duru haliyle bizlere ulaşan müziğiyle birleşince, ortaya Fryderyk Chopin’in tarifi çıkıyor. Chopin ile tekrar buluştuğumuzda, bestecinin dokuz yıl birlikte yaşadığı George Sand’i de, onun resimdeki portresini yapan Maria Wodzinska’yı da konuşacağız... Bugün, onun Varşova'dan ayrılmadan önce bestelediği son eserlerinden biri olan üçüncü etüdü dinleyerek notalara yolculuğumuza devam ediyoruz.

28 Temmuz 2014 Pazartesi

AVE MARIA


‘Kimse diğerinin acısısı hissetmediği gibi, sevincini de anlayamaz. İnsanlar diğerlerine ulaştıklarını zannetseler de, gerçekte birbirlerinin yanından geçip gidiyorlar...’

Ufak tefek ve şişman, kıvırcık saçlarının çerçevelediği ve ileri derecede miyop olduğu için gözlüklerinden ayrı düşünemediğimiz yüzüyle genç bir adam. En yakınındakilere bile neşeli ve tasasız gözükürken, bu görüntünün ardında kırılgan ve hassas bir kişilik saklıyor. İnsanlardaki yanılsamaya ve ıskalamaya dokunduran sözlerin sahibi de, O. Onun duygularını paylaşmıyor değilim. Neyse ki, yaşamdaki istisnalarını bilerek ve bunun önemli bir şans ve ayrıcalık olduğunun farkında olarak yapıyorum bunu...

Avusturyalı besteci Franz Peter Schubert, 31 yıllık kısacık ömrünü, -sınırlı olduğunu en baştan hissetmişcesine- büyük bir meşguliyetle yaşamış biri. Varoluşunun tek nedeni müzik üretmekmiş gibi, ömrüne 1000’in üzerinde eser sığdırmış. Ancak eserlerinin çok büyük bir kısmı, o yaşarken bilinmiyormuş. Sanki bu dünyayı terk ettiği halde, beste yapmayı sürdürüyormuş gibi, sürekli yeni  eserleri gün yüzüne çıkmış sonraları. Öyle ki bu durum 50 yıl boyunca sürmüş. Takiben, hangisinin ne zaman bestelenmiş olduğunun çözülmesi gerekmiş ki, bunu yapmak da Avusturyalı müzikolog Otto Erich Deutsche’ye düşmüş. Bugün eserlerin adlarının yanında yer alan ve ‘d’ harfiyle başlayan sıra numaraları, Deutsche’den geliyor.

15 Temmuz 2014 Salı

LA DONNA E MOBILE


Bugünkü hikayemiz, 16. yüzyıl ortalarında İtalya’da geçiyor. 'Mantua Dükü’nün kambur soytarısı Rigoletto’nun hayattaki tek varlığı, herkesten sakındığı güzel kızı Gilda dır. Çapkınlığıyla ünlü Dük, kaçırılıp kendisine teslim edilen Gilda’ya sahip olunca, Rigoletto öç almaya karar vererek kiralık bir katille anlaşır. Ancak Mantua Dükü'nün öldürüldüğünü zannederken, ona aşık olduğu için kendini kurban eden kızı Gilda’nın bedeniyle karşılaşacaktır.'

Eser, Fransız yazar Victor Hugo’nun ‘Kral Eğleniyor’ oyunundan uyarlanmıştır. İtalyan besteci Giuseppe Verdi, Hugo’nunki ile aynı akıbete uğrayıp yasaklanmaması için, Kral ve dönemin tanınmış simalarının isimleri ve ünvanlarının değiştirilerek benzerliklerin üstünün örtülmesini sağlamıştır. 

Rigoletto Operası’nın* en bilinen aryası*, çapkın Mantua Dükü’nün kadınların tabiatına yönelik hislerini paylaştığı ‘La donna e mobile’ dir yani ‘kadın değişkendir...’ Ve devam eder: 'rüzgardaki kuş tüyü gibi... sesinin tonunu ve duygularını değiştirir... ve duygularını... ve duygularını...'

5 Temmuz 2014 Cumartesi

CARMEN


1820 yıllarının İspanya’sında Sevilla civarında geçen bir hikayenin içindeyiz. 'Çok güzel ve ateşli bir Çingene kızı olan Carmen, bir tütün fabrikasında işçi olarak çalışmaktadır. Aşkını kullanmada fazlasıyla serbest olan Carmen, bu konuda tecrübesiz ve genç bir asker olan Don Jose'yi kandırmakta zorlanmaz. İlişkisi uğruna nişanlısını terk eden ve birliğindeki subayların emirlerine karşı gelerek askerlikten kaçan Don Jose’nin hayatı dağılmıştır. Bir süre sonra ondan sıkılan ve boğa güreşçisi Escamillo ile aşk yaşamaya başlayan Carmen, kıskançlığıyla baş edemeyen Don Jose tarafından öldürülür...'

3 Mart 1875 akşamı Paris’deki Opera Comique’de sahnelenen eserin ilk gösterimini izleyenlerin çoğu, onun tutku ve zaaflarla var olan gerçek hayattan çıkma karakterleriyle, kadın kahramanın göz önünde olan cinselliği ve sahnedeki ölümüyle sarsılmış gözüküyor. Müzikseverler, evlerine karmaşık duygularla ancak hoşnutsuz dönerken, operanın* müziklerini besteleyen Georges Bizet ve librettosunu* uyarlayan Meilhac ve Halevy’nin payına ise o akşamki başarısızlığın yarattığı hayal kırıklığı düşmüş olmalı. Oysa çağdaşlarının, örneğin Tchaikovsky, Brahms ve Wagner’in operaya hayran kaldıkları biliniyor. Onlar da, eserin yaratıcıları gibi, devrimsel niteliğinin ve realistik operanın doğuşuna şahit olduklarının farkındalar. Carmen'i, ilk gösterimi dahil en az 20 kez izleyecek olan Brahms Bestecisini kucaklamak için dünyanın sonuna kadar gidebileceğini’ söyleyecektir sonraları.

29 Haziran 2014 Pazar

FLÜT, ARP VE ORKESTRA İÇİN KONÇERTO


‘Johannes Wolfgangus Theophilus’ adıyla vaftiz edilen, yetişkinliğinde ‘tanrının sevdiği’ anlamına gelen ‘theophilus’un latincesini yani ‘amadeo’yu kullanmaya başlayan Wolfgang Amadeus Mozart’ın 1778’lerde ziyaret ettiği Paris’deyiz bugün. Annesiyle birlikte yaptığı seyahatin son durağı olan Paris, ona büyük kaybını yaşatmamış henüz... Notalar ve Notlar’da besteciye ikinci ziyaretimizi burada yapmamızın nedeni, flüt, arp ve orkestra için yazdığı konçertonun* Paris doğumlu olması.

Eserin hikayesi, kendisi flüt kızı arp çalan Dük’ün, kızıyla birlikte çalmak üzere, iki enstrümanın da kullanıldığı bir eser sipariş etmesiyle başlar. Mozart o dönemde pek rastlanmayan şekliyle, flüt ve arpı yan yana getirince, ortaya eşsiz bir yapıt çıkar. Yönetmen Milos Forman’ın, Peter Shaffer’in oyunundan uyarladığı 1984 yapımı ‘Amadeus’ filminde de konu edilir konçerto. Besteci Antonio Salieri, Mozart’ın flüt ve arp konçertosunun partisyonunu* gördüğünde, melodi ve orkestrasyonu karşısında müthiş bir kıskançlık ve şaşkınlık yaşar.

22 Haziran 2014 Pazar

PAGANINI’NIN BİR TEMASI ÜZERİNE RAPSODİ



Notalar ve Notlar’da Sergei Rachmaninov’u ikinci kez ziyaret ediyoruz ancak bu kez ülkesinde değil, ABD’de buluşacağız besteciyle. Bir önceki ziyaretimizde Rusya’da yaşıyordu ve orada başarılı bir piyano virtüözü* ve besteci olarak anılıyordu. Ne zaman ki 1917 Devrimi gerçekleşti, burjuva tarzı müzik yapmakla aşağılandığı ülkesinden ayrılmak zorunda hissetti kendini. Ömrünün sonuna kadar yurt özlemi çekmesine rağmen, geri dönmeyi tercih etmedi. Bu platformda, farklı tercihlerde bulunan Rus meslektaşlarının yaşadıklarına da şahit olduk. Rachmaninov gibi dönmemek üzere gidenler, Prokofiev gibi gidip, geri dönenler, Shostakovich gibi hiç gitmeyenler. Hepsi zor, hepsi sarı veya griye bulanmış hikayeler...

'Paganini’nin Bir Teması Üzerine Rapsodi', Rachmaninov’un yerleştiği ve topraklarında öldüğü ABD’de bestelediği ender eserlerden biri. Eser, müzik tarihinin en ünlü keman virtüözlerinden biri olan Niccolo Paganini’nin ruhunu da taşıyor. Paganini’nin icrası oldukça güç 24 keman kapriçyosundan* sonuncusu, pek çok besteci gibi, Rachmaninov’a da esin kaynağı olmuş. O da, bu temadan yola çıkarak solo piyano ve orkestra için 24 varyasyon besteliyor ve ülkesinden ayrı olmanın yarattığı hüznü esere adeta dokuyor. Zaman içerisinde film endüstrisinin de dikkatini çeken ve 1980 yılında ‘Zamanın Bir Yerinde’ (Somewhere in Time) filminde, 1994 Bafta En İyi Film Ödülü’nü alan ‘Bugün Aslında Dündü’de (Groundhog Day) kullanılan 18. varyasyon, oldukça melankolik ve büyüleyici bir eser.

6 Haziran 2014 Cuma

ASTURIAS


Barcelona’nın ünlü parkı, Park Guell’deyim. Sokak müzisyenleri, dansçılar parkın çeşitli yerlerinde performans sergiliyorlar. Bana çok tanıdık gelen nameler işittiğimde, bunun ‘İspanyol Süit’ininen bilinen bölümü ‘Asturias’ olduğunu anlıyor ve kalabalığın olduğu yere yöneliyorum. Müzisyen, eseri ona en yakıştırdığım enstrümanla çalıyor. Katalan besteci Isaac Albeniz’in ülkesindeki bu hoş sürpriz, bu haftanın rotasını da belirlemiş oluyor...

Esasen süitin orijinal halinde dört bölüm varmış. Granada, Katalonya, Sevilla ve 1880’lerde İspanya’ya ait olan Küba’nın ismiyle anılan bölümlere, Albeniz’in vefatından sonra, besteciye ait dört eser daha eklenmiş. 'Asturias‘ 'İspanyol Şarkıları’ndan transfer olmuş. İspanya’nın çeşitli bölgelerinin adlarını taşıyan orijinal bölümlerin her biri, şarkı ve danslarıyla o yörenin havasını yansıtırken, 'Asturias' bu anlamda onlardan ayrılıyor.

30 Mayıs 2014 Cuma

PATETİK SONATI


Bugün, 1770 lerin Almanya’sında, Bonn sokaklarında dolaşıyoruz. Bu küçük şehirde müzik, saray müzisyenleri tarafından, kilise, tiyatro, aristokrasi ve orta sınıfın katıldığı konserler için üretiliyor. Saray müzisyenlerini ise, bizlerin tanımadığı bir Ludwig van Beethoven yönetiyor. Mükemmel bir müzisyen ve sağlam karakterli bir yönetici olarak anılan bu kişi, ünlü besteci Ludwig van Beethoven’ın dedesinden başkası değil...

Dedesinin portresini yıllarca çalışma masasının üzerinden eksik etmeyen Beethoven, babasının yasını tutmamış gözüküyor. Henüz 16 yaşındayken, çok değer verdiği annesini kaybedince, bir yetişkinin rehberliğine ihtiyaç duyan iki erkek kardeşiyle baş başa kalıyor. Zaafları yüzünden saraydaki müzisyenlik kariyerinde sıkıntılar yaşayan babası, karısının ölümüyle alkol ve depresyona iyice gömülerek, ailenin tüm yükünü oğlunun omuzlarına bırakmıştır. Beethoven ise, kariyeriyle ilgili hayallerinin peşinden gitmeyi planlarken, ebeveyn rolünü üstlenmek zorunda kalmıştır.

13 Mayıs 2014 Salı

MEVSİMLER - KIŞ KONÇERTOSU


Bugün, klasik müzik dinleyicisi olmayanlara da tanıdık gelebilecek bir eser için barok döneme yol alıyoruz. Bu esere, farklı yerlerde tesadüf etmiş olabilirsiniz. Kafelerde, mağazalarda fon müziği olarak işitmiş  ya da reklamlarda denk gelmiş olmanız olasıdır. Popüler kültürdeki bıkkınlık yaratan kullanımına rağmen, klasik müzik repertuarındaki değeri azalmamıştır. 300 yıl öncesinden bize seslenen, yaratıcısı Antonio Vivaldi’ye yönelik merakımız da artmıştır üstelik...

18. Yüzyıl Venedik’inde müzik hayatı, kilise, tiyatro ve ‘ospedale’ olarak adlandırılan dini yetimhaneler sayesinde canlanmış, şehir gece gündüz müzikle yaşamıştır. Müzik, yetim ve evlilik dışı doğan kız çocuklarının bakımını üstlenen yetimhanelerin eğitim programlarında önemli bir yer tutmuş, ünlü müzisyenler bu kurumların eğitim kadrolarına dahil olmuşlardır.

Henüz 26 yaşındayken rahip olan ve saçlarının rengi sebebiyle ‘Kızıl Papaz’ lakabını alan Vivaldi de, uzun yıllar boyunca, bu yetimhanelerden biri olan ‘Ospedale della Pieta’da öğretmenlik yapmıştır. ‘Pieta’, zamanla en ünlü kurumlardan biri olmuş, konser verdiği salonlar, müzikseverlerle dolmuştur. Bu başarı, Vivaldi’nin yüksek standartta verdiği eğitim ve 'Pieta'nın orkestrası ve korosunun icrası için bestelediği eserlerle de mümkün olmuştur.

8 Mayıs 2014 Perşembe

LIEBESTRAUM 3


Henüz 7 yaşındayken çok iyi piyano çalabilen Franz Liszt, öncelikle, sıra dışı bir piyano virtüözü* olmasıyla akla gelir. O, piyanonun potansiyelini ortaya çıkaran, piyanistin rolünü geliştirerek modern piyano resitalini yaratan kişidir. Bununla birlikte, ellerini yukarı kaldırarak, çalgıya adeta saldıran piyanist türünü yarattığı söylenir...

'Liebestraum' yani aşk hayalleri, piyano için yazdığı solo çalışmalardır. Üçlünün ilki, ilahi aşkın, ikincisi erotizmin, sonuncusu saf sevginin melodisi olarak bilinir. Yolculuğumuzun bugünkü durağındaki eser, Macar bestecinin aşk maceralarıyla dolu yaşantısına bir gönderme gibidir...

Liszt, henüz 23 yaşındayken, Kontes Marie d’Agoult ile tanışır. Bu tanışmanın başlattığı aşk, evli olan Kontes'in, eşini terk etmesiyle gelişir ve üçüncü çocuklarının doğumundan sonra kopma noktasına gelir. Liszt bu dönemde, piyanist kimliğiyle çeşitli ülkelere turnelere çıkar. 8 yıl kadar sürecek bu seyahatlerin bir durağı da, İstanbul dur. Besteci, Çırağan Sarayı'nda Abdülmecid’in huzurunda ve Büyükdere’deki Franchini Köşkü'nde konserler verir. 

29 Nisan 2014 Salı

40. SENFONİ


Piyano başındaki Wolfgang ve ablası Nannerl’in, babaları Leopold ile resmedildiği bu tablo, dokunaklıdır. Eksilmiş bir ailenin tablosudur çünkü. Duvardaki resim, oğluna eşlik ettiği Paris seyahatinde vefat eden Anna Maria'ya aittir. Kalanların bakışlarında ve o resmin altında toplanmışlığında hüzünlü bir şeyler vardır... 

Ailenin hayatında önemli yer tutan seyahatler bu olaydan on beş yıl önce başlamıştır. Henüz 4 yaşındayken, büyüklerine, 'kemanlarının çeyrek ton akortsuz olduğunu' söyleyebilen ve 6 yaşındayken ilk bestesini yapan Wolfgang’in dehası, müzisyen babası Leopold tarafından hemen fark edilmiştir. Onu tüm dünyaya tanıtmaya karar veren Leopold'un, kızını da yanına alarak yaptığı bu seyahatlerde, Nannerl ve Wolfgang, ‘harika çocuklar’ olarak tanınır ve ünlü olurlar.

22 Nisan 2014 Salı

MAVİ TUNA VALSİ


Yıllar önce Viyana'ya gittiğimde, Şehir Parkı’nda gezintiye çıkmış, huzur bulduğum bu parkta, ‘Keman Çalan Johann Strauss II’ anıtının önünde fotoğraf çektirmiştim. Heykelin parkın içindeki konumu ve konusu hoşuma gitmişti. Müzisyen ve besteci Johann Strauss II hakkında çok az bilgi sahibiydim. Misal, herşeyin bir kemanla başladığını bilmiyordum...

Çocuklarının, kendisi gibi müzisyen olmalarını istemeyen bir babanın oğlu olan Johann’ı bu yolda destekleyen, ona ilk kemanını hediye ederek gizli gizli ders almasını sağlayan annesi olmuş. Baba Strauss, başka bir kadın için evden ayrılınca, Johann müzik eğitimini rahatça sürdürmüş anlaşılan. Strauss Ailesi’nin kodlarında notalar var kuşkusuz zira gerek Avusturya gerekse diğer Avrupa şehirlerinde müzikle haşır neşir çok sayıda Strauss’un izini sürmek mümkün. Johann’ın kardeşleri Josef ve Eduard da aynı yolda ilerlemişler, ancak babasının şöhretini geride bırakan tek Strauss, Johann olmuş. Bunun hikayesini, Baba Strauss’u ziyaret ettiğimizde anlatacağım...

15 Nisan 2014 Salı

JE CROIS ENTENDRE ENCORE


'Geçimlerini, Seylon Adası'nda inci avcılığı yaparak kazanan iki arkadaş, Nadir ve Zurga, geçmişte aynı kadına (Leila) aşık olmuşlar ancak dostluklarını koruyabilmek adına ondan vazgeçmişlerdir. Bir rahibe olan Leila ise, aşk ile kutsal görevi arasında sıkışmıştır. Yıllar sonra karşılaştıklarında, Nadir, Leila’ya sevgisini itiraf edecek, Zurga’nın tepkisini göğüslemek zorunda kalacaktır...' 

Leila'yı tekrar görmenin Nadir'de yarattığı duygular, 'je crois entendre encore'da ifade bulur. Arya* o kadar dokunaklıdır ki, sözlerini anlamamızı gerektirmez. İnci Avcıları Operası'nın klasik müzik repertuarındaki kalıcılığını, bu müthiş aryayla beraber, Zurga ve Nadir’in düeti sağlamıştır.


Eserin bestecisi, dört yaşına geldiğinde notaları okuyabilen, altısında piyano çalabilen ve dokuz yaşında Paris Konservatuar’ına kabul edilmiş, özel bir çocuktu. Biz, kendisiyle özdeşleşmiş  bir operayla, ‘Carmen’ ile tanırız onu. Henüz 25 yaşındayken bestelediği ‘İnci Avcıları’, Carmen’in gölgesinde kalmış olan, ilk operasıdır. 

9 Nisan 2014 Çarşamba

YAYLI ÇALGILAR İÇİN ADAGIO


Yaylı çalgılar için adagio*, erguvanların aramıza katıldığı bu mevsimin müziği değil kuşkusuz. O, hüzünlü bir güz müziği. Öyleyse bugün, neden bu esere doğru yol alıyorum. Çünkü bazen ihtiyacımız, tam da böyle bir şeydir. Bize ait olmayan ağır bir hüzün, ruhu arındırabilir...   

Amerikalı besteci Samuel Barber’in 1936 yılında, henüz 26 yaşındayken bestelediği eseri, ilk kez İtalyan şef Toscanini sayesinde dinleyiciyle buluşmuştur. Bu yalın ve soylu eser, zamanla hüznün ortak ifadesi olmuş, John F. Kennedy, Albert Einstein, Grace Kelly gibi topluma mal olmuş isimler, onunla uğurlanmıştır. Bundan sonra eser, film endüstrisinin de dikkatini çekecek ve çok sayıda filmde kullanılacaktır. 

26 Mart 2014 Çarşamba

FINDIKKIRAN BALESİ


‘Küçük bir kız çocuğu olan Clara’ya Noel’de bir fındık kıracağı hediye edilir. Clara, aynı gece rüyasında, yılbaşı ağacını ve oyuncaklarını büyümüş ve canlanmış olarak görür. Asker üniformaları içindeki büyük fareler, Fare Kral yönetiminde Clara’nın odasının etrafını sarmışlardır. Ancak Fındıkkıran, Fare Kral ve askerlerini yenilgiye uğratmakta gecikmez. Bundan sonra yakışıklı bir prense dönüşür ve Clara’yı sihirli bir yolculuğa çıkararak, ülkesine götürür. Ülkenin perisinin onlar şerefine düzenlediği şenlikte danslar başlar...’

Ernst Theodor Amadeus Hoffmann’ın ‘Fındıkkıran ve Fare Kral’ hikayesi, koreograf Marius Petita’nın elinden geçip, bestecinin müziğiyle birleşince, çocuk masalı olmaktan uzak halinden çıkarak, bir peri masalına dönüşür. Seyircisiyle ilk defa 1892 yılında buluşan bale, o zamandan bu yana bestecinin en çok sahnelenen eseri olmuştur. Noel ve yılbaşında baleyi izlemek, neredeyse bir gelenek haline gelmiştir ki, bence bir çocuğa verebileceğimiz güzel hediyelerden biri, onu Fındıkkıran Balesi’ne götürmektir. Onun masalsı dünyasında gezinmek, küçük büyük her yaş grubu için büyüleyici bir deneyimdir. 

19 Mart 2014 Çarşamba

HAYVANLAR KARNAVALI - KUĞU


Çoğumuz şöyle bir cümleye denk geldik sanırım: ‘henüz ufacık bir çocuktum, şarkı söylemeye (resim yapmaya, dans etmeye, müzik aleti çalmaya...) başladım.’ Bazen kurmacadır bu, kişinin doğuştan gelen bir yeteneğe sahip olduğu vurgusuna ihtiyaç duyulur. Ancak kimileri dolu dolu söyleyebilir ve  Fransız besteci Camille Saint-Saëns kesinlikle ikinci gruba dahildir.

Camille, henüz iki yaşındayken okuyup yazabilmekte, sonraki sene beste yapabilmekteydi. Beş yaşındayken ilk piyano resitalini veren, yedisinde latince okuyan ve adeta bir yetişkin gibi botanik ve pul bacaklılara ilgi geliştiren bir çocuğa ne demeli? Harika çocuk, elbette... Onbir yaşındayken verdiği konserin Bis'inde ‘Beethoven’ın hangi sonatını çalmamı istersiniz’ diye sormuştur. Seyirci 32 sonat içerisinden hangisini talep etti bilgimiz yok ancak konserden sonra ‘günün adamı’ ilan edildiği biliniyor. Ve Fransa’nın ‘Mozart’ı olarak gösterildiği. Sonra ne olmuş da, Fransa dışında pek tanınmayan bir isim olarak kalmış, insan merak ediyor.

12 Mart 2014 Çarşamba

LIBIAMO NE LIETI CALICI


'Paris’te, zevkle döşenmiş geniş bir salon. Fraklı genç erkeklerin, tuvaletler içerisindeki güzel kadınların bulunduğu görkemli bir balo. İçtikleri şampanyanın da etkisiyle, çılgınca eğlenen gruba yaklaşan yakışıklı Alfredo bir şarkıya başlıyor: İçelim.. ‘libiamo ne lieti calici’. Evin sahibesi Violetta da katılıyor ona.' İtalyan besteci Giuseppe Verdi’nin ‘La Traviata’ operasından muhteşem bir aryadır* duyduğumuz.

‘La Traviata’nın ana karakterleri Alfredo ve Violetta kimdir aslında? Violetta, Alfredo’nun babasının talebine boyun eğerek, onu terk etmek zorunda kalan ve sonunda yine Alfredo’nun kollarında ölen hafifmeşrep bir kadındır. Alfredo ise bu kurgunun farkında bile değildir, yazık ki Violetta’nın son anlarına yetişebilmiştir. Fransız yazar Alexandre Dumas’nın ‘Kamelyalı Kadın’ romanında Armand Duval ve Marguerite Gautier olarak tanırız onları. Gerçek hayatta Duval yazarın kendisidir oysa, Marguerite ise yazarın metresi Marie Duplessis den başkası değildir. Biraz da Dumas’nın onu hayal ettiği haliyle hayat bulur romanda, romantik bir kişiliğe bürünür...

5 Mart 2014 Çarşamba

NESSUN DORMA


Geçtiğimiz günlerde ünlü tenor Andrea Bocelli, Ülker Sports Arena’da muhteşem bir konser verdi. Bu konserde kendisine Tekfen Filarmoni Orkestrası ve İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası Korosu eşlik etti. Uzun yıllardır bu kadar etkisinde kaldığım ve bitmesini istemediğim bir müzik şölenine dahil olmamıştım. Bocelli ile düet yapan soprano Illara Dellabidia'nın ve bandaneon ustası Mario Stefano Pietrodarchi'nin performansları da büyüleyiciydi. (Bandaneon, minik bir akordeona benziyor, küp şeklinde bir çalgı). Elbette ‘Nessun Dorma’ bu blogda yer alacaktı ancak Bocelli’nin hem konserin ikinci yarısında hem de bisde söylediği bu meydan okuyan sarsıcı arya* bu haftaki yolculuğumuzun rotasını belirlemiş oldu. 

İtalyan besteci Giacomo Puccini’nin son operası* olan Turandot’da, Prens Calaf’ın söylediği aryadır ‘Nessun Dorma’. Aryanın bilinirliliği, 1990 yılında, İtalya Dünya Kupası’nın resmi şarkısı seçilmesiyle artmıştır. Luciano Pavarotti ve Andrea Bocelli gibi ünlü tenorlerin yorumlarıyla kısa zamanda kitlelerin beğenisini kazanmıştır. Operanın konusu, Antik Çin’de geçer.


26 Şubat 2014 Çarşamba

AIR ON THE G STRING


Notalara yolculuğumuzda barok döneme uzanıyor, klasik müziğin dehalarından Johann Sebastian Bach’ı ziyaret ediyoruz. Son derece bereketli bir sülaleye sahip Bach, ailesinin köklerine merak sararak, bir soy ağacı oluşturmuş. 200 yıl geriye uzandığı araştırmasında, fırıncılık yapan, boş zamanlarında gitara benzeyen bir müzik aleti çalan büyük büyük dedesi Veit Bach’a kadar ulaşmış. ‘Bach’larınki, notalarla yazılmış bir aile tarihi...

Tipik bir Bach ailesinde, çok sayıda çocuk var, hayatlarının merkezinde ise müzik. Ailedeki erkek çocuklarına, meslek olarak seçmeleri için müzik eğitimi aldırıldığı, kız çocukların müzisyenlerle evlenmesinin teşvik edildiği anlaşılıyor. İstisnalar var elbet ancak aile, Almanya’nın neredeyse tüm kentlerine yayılmış ve beraberinde müziği götürmüş. Bazılarının geçimlerini sağlamak için terzi, ayakkabı tamircisi veya fırıncı olarak çalışmaları, müziği ihmal etmelerine sebep olmamış. Her yıl bir araya gelerek müzik yapmaktan vazgeçmemişler.

20 Şubat 2014 Perşembe

BÜYÜCÜNÜN AŞKI


Roman kızı Candela’nın, eski sevgilisinin kıskanç hayaletinden kurtulmasını hikaye eder ‘El Amor Brujo’. Manuel de Falla, 'büyülenen aşk' anlamını taşıyan eserine, ülkesinin motiflerini işlemiştir, öyle ki Güney İspanya'da son şeklini almış olan flamenkonun izleri eser boyunca takip edilebilir. Flamenko, gitar, acıklı ve tutkulu şarkılar, el vuruşları ve topukların yerde çıkardığı kışkırtıcı seslerle gerçekleşen dans ve bunların hepsi birdendir. Öğrenmek üzere çaba gösterdiğim bir dans olması itibariyle bende özel bir yeri vardır. Bana göre, bale ve orkestra süiti* olarak bestelenen eserin en çarpıcı parçası, ‘Ateş Dansı Ritüeli’ dir.

Manuel de Falla, duygu patlaması yaratan eserlerine tezat, suskun bir adamdır. Hiç evlenmemiş ve yaşantısını kızkardeşi Maria del Carmen ile sürdürmüştür. Anne ve babasının ölümünden sonra, 20 yıl boyunca yaşayacağı Granada’ya taşınır. Burada, aralarında İspanyol şair ve oyun yazarı Federico Garcia Lorca’nın da bulunduğu entellektüel bir arkadaş grubu edinir, özellikle Lorca ile yakın bir dostluk kurar. İkilinin birbirleriyle etkileşim içinde olduğu bir dönem, İspanya iç savaşının başlamasıyla kapanacaktır. 

12 Şubat 2014 Çarşamba

WALTZ


'Yaşamımda özellikle mutlu anlar, büyük sevinçler olmadı. Gri ve donuktu. Bunu düşünmek beni hüzünlendiriyor.’

Rus Besteci Dmitri Shostakovich’in bu ifadesi hüzün vericidir. Kimse, yaşamın sonuna daha yakın durduğu bir yaştayken, hayat rengini ‘gri’ olarak tanımlamak istemez kuşkusuz. Kendi adıma, ‘ne turuncu, kırmızı ve hatta morlar yaşadım’ veya ‘gök mavisi, zümrüt yeşili, denizin turkuaz rengiydi benim yaşamım’ diyebilmeyi isterim. Bugün baktığım yerden, derim de. Ancak anlıyorum ki, bazen, kişinin yaşadığı coğrafya buna izin vermiyor. Fonda koyu bir siyah varsa eğer, hayatı, kasvetten arınmış, canlı bir renge dönüştürmek çok zor oluyor...

Bana bunları düşündürten, Shostakovich’in hayat hikayesi oldu. O, Bolşevikler iktidarı ele geçirinceye kadar, yani ömrünün ilk 11 yılında rahat bir hayat sürmüş, henüz 19 yaşındayken bestelediği senfoni ile büyük başarı yakalamış, devrimin altın çocuğu ilan edilmiştir. Bu konumunu, 30 yaşındayken yazdığı ve en çarpıcı eserlerinden biri olarak kabul edilen operasıyla (Mtsensk’li Lady Macbeth), Stalin rejiminin sert tepkisini üzerine çekinceye kadar korumuştur. Bir sonraki yıl bestelediği 5. Senfoni ile kendini aklamayı başarmış ancak bu süreçten hırpalanmış bir besteci olarak çıkmıştır.

6 Şubat 2014 Perşembe

5. SENFONİ


Bazı eserleri, ilk dinlemelerimizde değil, çok sonraları severiz. Avusturyalı orkestra şefi ve besteci Gustav Mahler’in 5. senfonisibenim için böyle bir eserdir. En sevdiğim bölümü, ‘Venedik’de Ölüm’ filminin tema müziği de olan, böylelikle 5. Senfoni’den çok daha önce kitlelere ulaşan 4. Bölüm yani ‘adagietto’dur.* Alman yazar Thomas Mann’ın romanından uyarlanmış olan 1971 yapımı film, Cannes Film Festivali Özel Ödülü’nü, film müziğiyse Bafta Ödülü’nü almıştır.

Film, sağlık problemleri yaşayan besteci Gustav von Aschenbach’ın (Dirk Bogarde), Venedik’deki bir otelde, oraya ailesiyle birlikte gelmiş olan genç Tadzio (Björn Andresen) ile karşılaşmasıyla başlar. Saygın ve içe kapanık bir kişi olan Aschenbach, delikanlının güzelliği karşısında saplantılı ancak gizli bir tutkuya kendini bırakır. Aschenbach ve Tadzio arasındaki ilişki, bakışmalar üzerinden yürür ve ne resmi bir tanışma ne de karşılıklı konuşmaya evrilir. Bu sırada şehirde kolera salgını baş göstermiştir.

Final sahnesi kadar, Aschenbach’ın kendisini Venedik’den ayrılmaya zorladığı ancak istasyona vardığında, valizlerinin başka bir güzergaha yüklenmiş ve ondan önce hareket etmiş olmasını bahane ederek Venedik’te kalmaya karar verdiği sahne, çarpıcıdır. Aschenbach, dikkatsizlikleri nedeniyle yetkililerle tartışmayı sürdürürken, bunun yeniden otele dönmek ve Tadzio’yu görmeye devam etmek şansını kendine veren, kaderin hoş bir cilvesi olduğunu düşünmektedir. Tam bu sırada istasyonda yere yığılıp ölen birini görür. Bu görüntü üzerinden seyirci, kaderin sessizce yerine geldiğini, bu kararın, ölüme kalış olduğunu anlar. Aschenbach, bunun adını o an koyamasa da, ürperir...

23 Ocak 2014 Perşembe

POLOVEÇ DANSLARI


‘Rus Prensi Igor ve askerleri, eski Türk kavimlerinden biri olan Kumanlara mağlup olunca, Prens Igor ve oğlu Vladimir esir düşerler. Kumanların başı Konçak Han, tutsaklarına konukseverlik göstermek adına büyük bir eğlence düzenletir ve Prens’in şerefine dans edilmesini emreder. Dans edenlerin başında Han’ın kızı Konçakovna da vardır. Eğlence bittiğinde, baş başa kalan Vladimir ve Konçakovna yakınlaşır ve birbirlerine aşık olurlar...’

Prens Igor Operası’nın*, 12. Yüzyılda geçen hikayesinden bir bölümdü aktardığım. Poloveç Dansları (Polovtsian Dances) olarak adlandırılan bu bölüm, Kumanların Dansıdır. Ruslar, onlara ‘Polovtsi’ dedikleri için bu adı almıştır. Operanın bu bölümü o kadar beğenilmiştir ki, operadan bağımsız olarak da, konser programlarının vazgeçilmez eserlerinden biri haline gelmiştir.

17 Ocak 2014 Cuma

2. PİYANO KONÇERTOSU


Saçları kısacık kesilmiş, uzun boylu, heybetli bir adam. Sahneye soğuk ve sert bir edayla çıkar. Kimseye gülümsemeden, vakar içerisinde, piyanosunun başına oturur. Seyirci sessiz kalıncaya kadar, öylece bekler. Bu gerçekleştiğinde, kocaman elleriyle piyanosunun tuşlarına dokunur. Başkaları için çalması çok zor olan eserlerini, az bir fiziksel çabayla, muhteşem icra eder. Rivayet edilen, baş parmağı ve serçe parmağı arasına, 12 adet piyano tuşunun sığdığıdır...

Bu kişi, döneminin en güçlü piyano virtüözü* olarak kabul gören Sergei Rachmaninov’dan başkası değil. Rachmaninov, başarılı bir virtüöz ve orkestra şefi olmasının yanında, 20. Yüzyıl’da romantik dönemin müziğiyle varolan yegane bestecidir.

9 Ocak 2014 Perşembe

ENIGMA ÇEŞİTLEMELERİ - NIMROD



Bugün, ismi gibi gizemli bir esere doğru yol alıyoruz. Yunanca bir sözcük olan ‘enigma’nın ‘bilmece’ anlamını taşıdığını, notalara yolculuğumuzu planlarken öğrenmiş bulunuyorum, eserin hikayesini de.

Anlatılanlara göre, Edward William Elgar, yorucu bir günün ardından evine döndüğünde rahatlamak amacıyla piyanosunun başına geçer. Parmakları tuşlar üzerinde gezinirken, ortaya çıkan melodi, eşi Alice’in dikkatini çeker. Alice melodiyi yinelemesini istediğinde Elgar, melodiyi her seferinde biraz farklılaştırarak çalmaya başlar. 1899 yılında 42 yaşında olan Elgar’ın, bir besteci olarak tanınmasını sağlayacak meşhur ‘enigma çeşitlemeleri’nin yaratımı işte böyle başlar. Eser, başarılı bir prömiyerin ardından, ününü İngiltere sınırlarının ötesine taşır.

Eserin orijinal adı, ‘özgün bir tema üzerine çeşitlemeler’dir. Elgar, özgün temaya eşlik eden gizli bir temanın varlığından söz eder öyle ki tema, eserde duyulmadan var olmayı başarmaktadır. 'Enigma' işte bu temadır. Elgar, tüm ısrarlara rağmen başka bir açıklama yapmayınca, müzik dünyasını meşgul eden bu bilmece çözülemez ve eser 'enigma çeşitlemeleri' olarak anılmaya başlar.

3 Ocak 2014 Cuma

O FORTUNA


1803 yılında, Benediktbeuern’deki bir manastırın tozlu raflarında, Latince, Ortaçağ Almancası ve Provence bölgesine has bir Fransızca ile yazılmış el yazmaları bulunur. Bu, bir şiir koleksiyonudur. Ortaçağ’da manastırda yetişen öğrenciler ve o dönemin gezgin ozanlarının şiirleridir bunlar. El yazmalarını derleyen Alman dilbilimci Johann Andreas Schmeller, 254 şiir ve dramatik metinden oluşan koleksiyonu, 1847 yılında  ‘Carmina Burana’ yani ‘Beuern Şarkıları’ adıyla yayınlar. Konuları dini olmak bir yana, ziyadesiyle dünyevi olan şiir ve metinleri içeren ‘Carmina Burana’yı hedonistik olarak nitelemek çok yanlış olmaz.

Carl Orff’un, ‘Carmina Burana’ya tesadüf etmesi, Schmeller’in ölümünden yıllar sonra gerçekleşir. Orff, koleksiyon içerisinden 24 tanesini seçerek, tematik bir gruplamaya gider. Talih, İlkbaharda, Kırlarda, Tavernada, Aşk Sarayı, Blanziflor ve Helena olarak adlandırdığı bölümlerden oluşan metin, 21. yüzyıl insanını da meşgul eden konuların bir derlemesi gibidir. Orff, bu metni, solo, koro ve orkestra için besteler. Bir sahne oratoryosu* olan eser, Orff’un üçlemesinin birincisidir. Orff, besteyi 1936 yılında tamamladığında, yayıncısına şu notu gönderecektir: